“SUÇ” BELLİ, “SUÇLU” BELLİ; İŞTE “SANIK” ORTADA!./ 1 « Samsun Haber | Samsun Son Dakika Haberler

     “SUÇ” BELLİ, “SUÇLU” BELLİ; İŞTE “SANIK” ORTADA!./ 1

Derebahçeli/Ali KAYIKÇI

            “SUÇ” BELLİ, “SUÇLU” BELLİ; İŞTE “SANIK” ORTADA!../1

*  “Mal ve evlât, dünyâ hayâtının ziynetidir.” (Kur’ân-ı Kerîm; Kehf Sûresi, âyet 46)

*  “Herhâlde mallarınız ve evlâtlarınız, sizin için bir imtihândır.” (Kur’ân-ı Kerîm; Teğabün Sûresi, âyet 15

*  “Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” (Kur’ân-ı Kerîm; Tahrîm Sûresi, âyet 6)

*   “Ey Rabbimiz!.. Eşlerimizden, gözümüzün nûru olacak kimseleri  (genç nesli) bizlere ihsân eyle!..”                                        (Kur’ân-ı Kerîm; Furkân Sûresi, âyet 74)

* “Oku o yaratan Rabbinin adıyla!.. Oku, o keremine nihayet olmayan Rabbindir, kalem ile yazmayı öğreten O’dur. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. Sakın okumamazlık etme!..  Çünkü insan,  muhakkak azgınlık eder.” (Kur’ân-ı Kerîm; Alak Sûresi, âyet 1, 3-7)

*  “De ki, ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.” (Kur’ân-ı Kerîm; Zümer Sûresi, âyet 9)

* “Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfûndan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Kur’ân-ı Kerîm; Fatır Sûresi, âyet 29-30)

* “Şânım hakkı için, size öyle bir kitap indirdik ki, bütün şân ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?..” (Kur’ân-ı Kerîm; Enbiyâ Sûresi, âyet 10)

* “Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”, “İlim öğrenmek, her Müslüman üzerine farzdır”, “İlim tâlibi iken bir kimseye ölüm gelse, o kimse ile Peygamberler arasında yalnız peygamberlik derecesi bulunur.”, “Bilmek istediğiniz her şeyi öğreniniz. İlim ile amel etmedikçe, Allahü teâlâ sizi menfaatlendirmeyecektir.”, “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar (nafile) ibâdet etmekten daha sevâbdır.”, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz ve çalışınız.”,  “Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa orada kâfirlik vardır.”, “İlmi, Çin’de de olsa alınız!”,  “Bazı şiirler, elbette apaçık bir hikmettir…”, “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen alır.”,  “Büyüleyici sözler gibi, hikmetli şiirler de vardır…”,  “Şâir Hassan’ın sözleri, düşmana ok yarasından daha tesirlidir…”,  “Şiir, bir söz ki, güzeli daha güzel, çirkini daha çirkindir…” (Hz. Muhammed “sallallahü aleyhi vesellem”) 

* “Öldükten sonra yaşamak isterseniz, ölmez bir eser bırakınız!..”, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” (Hz. Ali “r. anh”)

*“Kitap, istikbâle yollanan bir mektuptur.”  (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî “r. aleyh”)  

 *“Bir şehir için olmazsa olmaz üç şey vardır: Kanalizasyon,  hamam, kütüphâne.   Kanalizasyonla şehrin kirlerini yıkarız, hamamda bedenlerimizi, kütüphânelerde ise rûhlarımızı…”   (Fâtih S. Mehmet)                        

*    “Bilgilerin doğru olması kâfi değil. Esas olan yazarıdır. Yazarının rûhâniyyeti satırların arasında dolaşır. Yazan ihlâslı birisi ise, okuyan istifâde eder. İhlâslı değilse, fâsıksa, habîs rûhu kitâba aks eder. Okuyan zarar görür de haberi bile olmaz. İşte,  Müslümanlar böyle kitâpları okuyunca kalblerinde bir kararma meydana gelir. Kitâbı yazan, yazdığından daha mühimdir. Temiz su, temiz borudan geçerse temiz olur. Temiz su, pis borudan geçerse temiz olur mu?.. Pis borudan akan sudan şifâ olmaz.” ( Hüseyin Hilmi Işık “r. aleyh” Efendi; Eyüp/İstanbul, 1911- Eyüp/İstanbul, 2001)  

* “Kitap insanı, insan dünyâyı değiştirir.”   (Hekimoğlu İsmail/Ömer Okçuoğlu)

*  “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”/Olmaz ya… tabi… biri insan, biri hayvan!/Öyleyse cehâlet denilen yüz karasından/Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet/Kâfi mi değil yoksa, bu son ders-i felâket!” (M. Âkif Ersoy)         

*   “Dünyâyı nasıl insansız düşünemezsek, insanı da kitapsız düşünemeyiz.”   (Suut Kemâl Yetkin)

*  “Şiir, nesirden bambaşka bir hüviyettedir. Şiir duygusunu lisan hâline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde hâline sokmak, o kadar ki, mısra güyâ hissin ta kendisi imiş gibi okuyucuya samîmî bir vehim vermek”tir. (Yahya                                                  Kemâl Beyatlı)

*  “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir… Mutlak hakikat Allah’tır…”,  “Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir… Şiir, türlü tecelli yoluyla Allah’tan gelir; ve bütün bu perdeleri devirerek Allah’a yol açmaya doğru gider…”,  Şâir odur ki; renk, çizgi, ses, ahenk, hacim, pırıltı, ışık, buud, hareket, eda, mânâ, her tecelliyi şiir, şiiri de Allah için bilir…”, “Renk renk hâtıralarım,  oda oda silindi/Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi.” (Necip Fâzıl Kısakürek-Çile)

*  “Şiir; gönlün, aşk denilen muazzam, muazzez, müzeyyen, mükemmel, mümtaz, feyizli, faziletli ve edebli vasıflarıyla göz kamaştıran ve akl-ı selîmle müşterek, esrarlı albeniliğinin şahlanışıdır.”   (M. Hâlistin Kukul)

*  “Allah, şiiri hak yolunda kullananlardan râzı olsun!” (Prof. Dr. Cevat Akşit-Millî Gazete; 27.04.2017, s. 9)

“Bir ülkenin en büyük gücü; tankı, topu, tüfeği değil, îmânlı evlâtlarıdır.”   (Prof. Dr. Necmettin Erbakan-54. Hükûmet Başbakanı)   

 

S

aygıdeğer Okuyucularımız!..

Önceki sene, “Köşe Yazısı” yazdığımız mahallî bir gazetemizin 27-28 Eylül günlü nüshalarında,  “Gitti-Gidiyor Elden, Bitti-Bitiyor Gençlik” başlığı altında kaleme aldığımız makâlemizde; güzel Samsun’umuzun belediye hizmetleri tarihine geçmiş ve 16,5 yıla yakın bir süre Belediye Başkanlığı yapmış bulunan kıymetli ağabeyimiz “Av. K. Vehbi Gül”ün bir de “yazarlık yönü” var demiş ve bu konuda da ayrıca takdirkâr eserleri olduğunu vurgulamıştık.

Üstâd”, son eserlerinden biri olan “İnsanlığa Işık Tutan Adam”da,  oldukça dikkat çeken bir tespitte bulunmuş ve aynen şöyle demiştir:

“İbn’ül-Esîr’in anlattığına göre; Hicrî 449 (M. 1057)’de Bağdat Nizamiye Medresesi’nin yapımı sona erdi ve Ebû İshâk eş-Şirâzî’nin burada ders vermesi kararlaştırıldı…

Bu medresede ders veren “Müderris”, bugünkü üniversitelerdeki “Ordinaryüs Profesör Doktor” demektir. Bu medreselerde çalışan “Mu’îd” ise, bugünkü “Doçent” ve “Asistan” karşılığıdır.

Arapça kaynaklar, mu’idin mevkî ve vazifesinin sınırını çizmiştir:  O, derece bakımından müderrisin altında ve bütün talebelerin üstündedir. Ve hoca, talebeye karşı konuşmasını yaptıktan sonra, dersi tekrar eden şahıstır. Adetâ o, ilmi yaymakta hocanın yardımcısı durumundadır. Muîd, konferansı (dersi) dinlemek için, talebelerle birlikte oturur. Ancak; bir kısım talebeye dersi anlatmak, onlara faydalı olmak ve ders verilip bittikten sonra dersi tekrar etme bakımından, onun dinleyişinin ayrı bir özelliği vardır. Müderrisin işi bitince mu’îdin vazifesi başlamaktadır: Dersin zor kısımlarının açıklanması, güç olan kısımlarının öğretilmesi, onun vazifeleri arasına girmektedir.”

İleriki sayfalarda da bir sınıf (salon)da 40–75 talebenin bulunduğunu ve bu öğrencilerin dinî bilgilere ek olarak dilbilgisi, mantık, metafizik, geometri, aritmetik, astronomi ve tıp gibi çeşitli bilim dallarında parasız eğitim aldığını, kendilerine bedava yemek hatta bâzılarına bir miktar da harçlık verildiğini, mezuniyetten sonra görevlere atanırken de başarı ve yeteneklerin dikkate alındığını öğreniyoruz…

Bir başka “Hukukçu-Yazar, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci” de “Seyyid Abdülhakîm Arvâsî” adlı (İstanbul 2017) eserinde Van/Başkale’deki Medrese’de verilen derslerden bahsederken aynen şu bilgileri vermiştir:

“(Belâgatta Teftazânînin) Mutavvel (mantık ilmindeKazvinî’nin) Tasavvurat, Tasdîkat ve benzeri kitapları çok okuttum. Her talebe yalnız olarak, gece odasında saatlerce çalışmakla mükellefti. Hocanın huzurunda da ferdi olarak bulundukları olurdu. Karşılıklı münâzara (doğruyu ortaya çıkarmak ve belirtmek maksadı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma) ve mübâhase (bir iş hakkında iki kişi arasında söylenen söz, iki taraftan her birinin diğerinin sözünü çürütüp kendi fikrini ispata çalışması) tarzında öğleye kadar bir ders, öğleden akşama kadar aralıksız bir ders okunurdu. Çoğu zaman, sabah namâzından sonra hemen derse başlanır; öğle ve ikindi namazları ders içinde kılınır ve böylece akşamlanırdı. Geceleri saatlerce ders tamamlamakla geçirdiğimiz zamanlar da olurdu. Bizde tatil olmazdı, çünkü cer (Ramazânda talebelerin köylere dağılarak hocalık yapması, halka Kur’ân-ı Kerîm öğretmesi, bu hizmetlerinin mukabili olarak köylülerin verdikleri ‘hak’ ile dönüşlerinden sonra maişetlerini temine çalışmaları) yoktu. Talebinin ihtiyaçları da evkaftan veya başkalarından değil, kendi malımızdan görülüyordu.”  

İki ayrı eserden bu satırları okuduktan sonra da bizde,  “Böyle bir talim-terbiye yuvasında öğrenmemek ne mümkün” diye de haklı olarak bir kanaat hâsıl olduğunu özellikle söylemek istiyoruz, demiş ve ardından da bu his ve düşüncelerle kaleme aldığımız aşağıdaki mısralarımız ile okuyucularımıza seslenmiş idik:

* – * – * – * – *

Okuyunca şaşırdık, hayret ettik o ânda;

9 asır önceki, şu öğretim metodu;

Var mıdır acep şimdi, sözde modern cihânda?..

Olmaz kalmak korkusu ve düşük almak notu;

Prof. ders anlatırken, doçent dinliyor yanda…

 

Okuyunca şaşırdım, ne mümkün şaşırmamak;

Hocadan ders dinleyip, yardımcıdan anlamak;

Nice bir müşkül varsa, bir sonuca bağlamak;

İki bilen kişiden, aynı bahsi dinlemek;

Soru-cevaptan sonra, olur mu hiç bilmemek…

 

Okuyunca şaşırdım, geldim ordan bu güne;

Bir kürsü-bir mikrofon, anfi çınlıyor yine;

Hoca anlatadursun, sen de yanındakine;

Nasıl olsa kitap var ve sınava çok zaman;

Biraz gır-gır şamata, gençlik başında duman…

 

KAYIKÇ’Ali faydalı, her zaman faydalıdır;

Deme o eski usûl, belki Anzer balıdır;

Birisi Şark kafalı, bunlar Batı malıdır;

İşte biri diploma, öteki icâzettir;

Eskide bilgi yüklü, yenisinde namzettir…

                                                                                                              (Devam edecek)

===================================================================