ALİ KAYIKÇI DERE BAHÇELİMÜSLÜMAN” DİKKAT ET, “HİZMETİN” KİME?../2 (“Tebliğ” konusu bir araştırma üzerine “Tenkîd” ve “Taşlamalar”): * “Hani bir vakit Yûsuf (aleyhisselâm)
, babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! Ben rüyâmda onbir yıldızla, güneşi ve ayı bana secde ederlerken gördüm!’ Babası: ‘Yavrum!/Oğulcağızım! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma/söyleme, sonra sana tuzak kurarlar/bir kötülük ederler, çünkü şeytân, insana açıkça düşmandır.’ (Olur ki kardeşlerine vesvese verir, kalblerine haset düşürür
. Kişi, oğlunun kendisinden hayırlı olmasını ister, fakat çoğu zaman, kardeşler değil! Yakûb aleyhisselâm, bu bakımdan endişe duymuştu.)
dedi. İşte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana hadiselerin (rüyâların)
yorumuna dair ilimler öğretecek…” (Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali; “Yûsuf Sûresi; âyet 4-6”, Elmalılı M. Hamdi Yazır; Konya 2005, Kervan Yy. ve
Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri: Tibyân Tefsiri; Ayıntabî Mehmed Efendi; İst. 1956, Bütün Kitabevi Yy.)
* “Oğlu, yanında koşacak çağa gelince İbrahim: ‘Ey oğlum!/Yavrum! Ben seni rüyâmda boğazladığımı görüyorum. Artık bir bak, ne düşünürsün?/Bu hususta ne dersin/reyin ne?’ dedi. Çocuk da: ‘Babacığım sana ne emrolunuyorsa yap. Beni inşâallah sabredenlerden bulacaksın’ dedi. Ne zaman ki ikisi de böylece Allah’a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik/nidâ ettik: ‘Ey/Yâ İbrahim! Rüyâna gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapanları (muhsinleri/ihsân edenleri) böyle mükâfatlandırırız! Hiç/Şüphesiz ki bu açık ve kat’i bir imtihândı’ dedik ve ona oğlunun yerine büyük bir koç/kurbanlık fidye verdik.” Rivayet edildiğine göre,
Hazreti İbrahim, Zilhiccenin sekiz, dokuz ve onuncu günleri yani terviye, arefe ve nahir geceleri rüyâsında, ‘
Allah teâlâ oğlunu (İsmail Aleyhisselâmı) boğazlamanı emrediyor” diye bir ses işitmişti. Peygamberlerin rüyâları vahyolulduğu için bu, icrası vacip bir emr-i haktı. Fakat ilk gün bunun şeytândan olması ihtimalini düşünerek tereddüt etmişti. Bu sebepledir ki bu güne terviye denilmiştir. Terviye tereddüt demektir. Fakat rüyâlar tekerrür edince tereddüdü zail oldu. Artık emr-i hakkı yerine getirmek gerekiyoyrdu. Ancak bunu ne cebren ve ne gizlice yapmaya kalkışmadı. Emr-i ilâhiyi oğlunun reyini sorarak tebliğ etti. Maksadı da onun itaat ve inkıyadiyle ecir ve sevâba nâliliyetini temin etmekti.İsmail aleyhisselâm boğazlanacağı sırada babasına şu vasiyette bulundu: ‘
Babacığım elimi, ayağımı iyice bağla ki boğazlarken ıstırapla sana eza etmiş olmayayım. Sonra yüz üstü yatır da yüzüme bakıp merhamet hissetmiyesin. Emr-i ilâhiyi ifada bir taksirin olmasın. Gömleğimi de anneme götür ve kendisine benden selâm söyle. Bununla müteselli olsun. Ve Allahü teâlânın emrine sabretsin.’Fakat Hazreti İbrahim oğlunu boğazlamaya muvaffak olamadı. Elindeki bıç ak İsmail Aleyhisselâmın boğazını kesmedi. Zira Cenâb-ı Hakk, emrine inkıyad ve teslimiyeti sebebiyle, oğlunu boğazlamaktan kendisini affetmişti. Ona bedel bir koç ihsân ve onun boğazlanması emir buyurdu. Koç kurban edilirken Cebrâil aleyhisselâm: ‘
Allahü ekber, Allahü ekber’, İsmail aleyhisselâm: ‘
Lâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’, Hz. İbrahim de ‘
Allahü ekber ve lillâhilmamd’ demişlerdi. Bu tekbirler, bilâhare bu ümmete sünnet olmuştur. “
(Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali; “Sâffât Sûresi; âyet 102-107”, Elmalılı M. Hamdi Yazır; Konya 2005, Kervan Yy. ve
Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri: Tibyân Tefsiri; Ayıntabî Mehmed Efendi)
* “Andolsun ki Allahü teâlâ, Resûlüne gösterdiği rüyânın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşâallah/Allah dilerse (gelecek yıl),
emniyet içinde kiminiz başını tıraş ettirirek, kiminiz saçlarını kestirip kısaltarak, kimseden korkmaksızın Mescid-i Harâm’a girersiniz/gireceksiniz...” (Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali; “Fetih Sûresi; âyet 27’den”, Elmalılı M. Hamdi Yazır; Konya 2005, Kervan Yy. ve
Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri: Tibyân Tefsiri; Ayıntabî Mehmed Efendi)
* “Ebû Katâde; ‘Ne zaman bir rüyâ görsem, beni hasta ederdi’ derdi. Hatta işittim ki
, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz: (Rüyâ vardır ki, hoşlanılmaz, karmakarışıktır, kalb ona yerinir, o, şeytândandır. Ne vakit biriniz sevinecek bir rüyâ görürse, onu dostuna anlatsın. Hoşlanılmayan bir rüyâ gören de, kimseye söylemesin de sol yanına üç kere tükürsün, şeytân ve gördüğü rüyânın şerrinden Allahü teâlâya sığınsın, ki bu takdirde o rüyâ, ona zarar vermez) buyurmuşlardır.” Diğer bir hadîs-i şerîfte:
“Sâlih rüyâ, nübüvvet eserlerinin kırk veya kırk altı cüz’ünden bir cüz’dür. Rüyâ nakledilmedikçe, bir kruşun ayağında asılı kalır. Ancak nakledildiği vakit tahakkuk eder. Rüyâ, bir dosta yahut onu yorumlamasını bilen bir kimseye nakledilmelidir.” buyurulmuştur.” (A.g.e.
; Ayıntabî Mehmed Efendi; İst. 1956, Bütün Kitabevi Yy. C. 2, s. 547-548)
* “Rüyâmda gördüm ki, kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü’minlerin îmânı tırtıldı. Ebû Bekr’in îmânı cümnle ümmetin îmânından ağır geldi.”, “Nübüvvet gitti, hitame erdi, artık benden sonra nübüvvet yoktur. Ancak mübeşşirat vardır ki, o da rüyâ-yı sâlihadır. Bu rüyâyı ya bir insan kendi hakkında bizzat görür veya bu onun hakkında başkası tarafından görülür.”, “İstişâre eden (danışan
) pişmân olmaz, istihâre eden zarar etmez.” Hz. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”)* “Ezân okumak, hicretin birince senesinde Medine’de başladı. Eshâb-ı Kirâmdan (Peygamberimiz Efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve Hz. Ömer, rüyâda ezân okunmasını görüp Peygamber Efendimize bildirdiler. Peygamberimiz;
‘İnşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri Bilâl’e öğretin, okusun!..’ buyurdu.” (
Türkiye Gazetesi Dînî Terimler Sözlüğü; C. 1, s. 111)* “Bu gece Peygamberimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyâda gördüm. Bana buyurdu ki; “Ya Osmân! Bu gece bizim yanımızda iftâr edersin!” (
Hz. Osman “r. anh”-
Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn; Haz.:
H. Hilmi Işık “r. aleyh”, İst. Nisan 2021, s. 219)
* “İstihâre eden hayırdan, istişâre eden hakîkate ulaşmaktan mahrûm olmaz.”
(İmâm-ı Gazâlî “r. aleyh”)* “Her mü’minin istihâre yapması sünnettir. İstihâre yedi gece yapılır. Rüyâda beyaz veya yeşil görmek hayra, siyah veya kırmızı görmek şerre alâmettir.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “r. aleyh”)* “İstihâre: Hayırlısını istemek. Girişilecek bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak için abdest alıp iki rek’at namaz kıldıktan sonra, rüyâ görmek üzere uykuya yatma.”
(Türkiye Gazetesi Dînî Terimler Sözlüğü; C. 1, s. 250)* “İstihâre: Hakkında bir şeyin hayırlı olup olmadığı niyetiyle rüyâ görmek üzere uykuya yatmak anlamında kullanılan bir tâbirdir. Peygamberimiz Hz. Muhammeld (S.A.V.), her bir işte eshâb-ı kirâmına istihâreyi tâlim ederlerdi. İstihâre şöyle yapılır:
Mânevî bir işarete erişmek isteyen insan; yatmadan önce iki veya dört rek’at namâz kılar. Birinci rek’atta Kâfirun suresini, ikinci rek’atta ise İllâs suresini okur. Sonunda da istihâre duâsını okuduktan sonra -abdestini bozmadan- yönünü kıbleye çevirip yatar. Rüyâsında yeşil veya beyaz görmesi hayr’ın, siyah veya kırmızı gövrmesi ise şer’rin işareti sayılır. Bu suretle istihâreye yedi gece devam edilmesi ve kalbe ilk ulaşana bakılması da, bir hadîs-i şerif ile beyan olunmuştur.”
(Tercüman Gazetesi Ansiklopedik İslâm Lûgatı; İst. 1982, C. 1, s. 305)* “İstihâre Namâzı ve Düâsı: Câbir bin Abdullah (radıyallahü anhümâ) der ki,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
bize Kur’ân-ı Kerîmden sûreler öğrettiği gibi, işlerimizde de, istihâre etmemizi öğretirdi ve: ‘Sizden biriniz bir işe başlayacağı veya ondan kurtulmağı kasdettiğinde farz olmıyarak iki rek’at namâz kılıp: “Allahümme innî estehîrüke bi’ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve es’elüke min fadlıkel’azîm. fe inneke takdirü ve lâ akdiru ve ta’lemü ve velâ a’lemü ve ente allâmül-guyûb” der ve “Eğer bu işim (deyip işini söylemelidir)
dünyâm, âhiretim, sonum, şu durumun ve geleceğimde hayırlı ise, buna bana takdîr et. Kolaylık göster. Beni ondan mübârek eyle. Değilse, onu benden uzaklaştır ve dilediğin iyiliği bana kolaylaştır. Beni kazâna râzı eyle. Ey Erhamürrâhimin” demelidir, derlerdi.
’ (Günyetü’t Tâlibîn “İlim ve Esrâr Hazînesi”-Seyyid Abdülkadir-i Geylânî; Çeviri: A. Fârûk Meyân-İst. 1974, Berekât Yay. C. 1, s. 451)* “İmâm-ı Birgivî’nin (
Kırk Hadîs”i, yirmibirinci hadîsine göre, her mü’minin istihâre yapması sünnetdir.
İbni Âbidîn’de diyor ki, ((
İstihâre nemâzından sonra şu düâ okunur: (Yukarıda yazılan duâyı, nakletmekte ve şöyle devam etmektedir.)
Yedi gece böyle yapılır. İstihâreden sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rüyâda beyaz veya yeşil görmek hayra alâmetdir. Siyah veya kırmızı görmek şerre alâmettir. Sonra, kalbe gelen şey yapılır. ))
, “Süâl: Bazı kimseler, uykuda, rüyâda, kendilerini büyük bir hükümdâr veya yüksek mevkı sâhibi görür. Veyahud büyük bir din âlimi olmuş, herkes, ilm öğrenmek için, etrafına toplanmış görür. Hâlbuki uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamaktadır. Böyle rüyâlar doğru mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?
Cevâb: Böyle rüyâlar boş ve esassız değildir. Bu rüyâyı gören kimse, mevkı sâhibi olmak, âlim olmak hâli ve kâbiliyyeti var demektir. Fakat, kuvveti az olup, âlem-i şehâdette hâsıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zamanla kuvvetlenirse, Allahü teâlânın lütfu ile, âlem-i şehâdette de hâsıl olur. Eğer âlem-i şehâdette hâsıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti miktarınca, orada görünür.”, “…ilhâmlara ve rüyâlara; vehm, hayâl ve şeytân karışabilir. Karışmamış olanın da, tevîlli, tabîrli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırd edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarar da, o derece tehlikelidir
. (Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye-H. Hilmi Işık “r. aleyh”) aygıdeğer Okuyucularımız!..“KUTADGU BİLİG VE GÜNÜMÜZ KÜLTÜREL BELLEĞİNDE RÜYA YORUMLAMA” başlığı altında hazırlanan ve ilgili sempozyum/bilgi şöleninin ardından kitap hâline getirilen bu “T
ebliğ”i biz, iki ayrı yönden değerlendirir ve ardından da “taşlamalar”
ile Sizlerle paylaşalım derken, “Dil Anlayışı”ndan sonra, tabiî ki öncelikle eskilerin “
muhteva” dediği, şimdiki gençlerin “
içerik” diye nitelediği “
mevzu/konu ve mahiyeti” üzerinde durarak tanıtmak istiyoruz.
2- Muhteva Üzerine “Değerlendirme”: aygıdeğer Okuyucularımız!..Malümları olduğu gibi, ilk bölümde “
Tebliğ”in “
Dil Anlayışı”ndaki yanlışlıklara dikkat çekmeye çalıştık.Bu bölümde ise, “
Kıymetli Hemşehrimiz Sn. Dr. Emine Çakır”ın dört bölüm hâlinde hazırlayıp sunduğu ve yayına verdiği metin konularını ayrı ayrı değerlendirmeyi diliyoruz:
“Öz”, “Giriş”, “Kutadgu Bilig ve Günümüz Belleğinde Rüya Yorumlama” ve
“Sonuç”Eskilerin
“Hülâsa” dediği, yenilerin “
Öz-Özet” olarak okullarımızdan öğrendiği
“Öz” bölümü; biri “
Türkçe” ve biri de “
YÖK/Üniversite Uygulamaları”na göre “
İngilizce” lisanıyla kaleme alınmış olup bize olan hitâbında aynen şöyle denilmektedir:
“Türk-İslam kültür ve edebiyat sahasının önde gelen klasik yapıtlarından biri olan Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eseri hakkında birçok disiplin kapsamında araştırma yapılmıştır. 2019 yılı “Kutadgu Bilig’in Yusuf Has Hacib tarafından yazılışının 950. Yıl Dönümü UNESCO Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri Programına” alınmıştır. Bu çalışmada Kutadgu Bilig’de yer alan “rüya yorumlama” düşüncesiyle ilgili ifadeler, sözlü kültür ortamında yapılan derleme verileri ve yazılı literatürden hareketle mukayeseli olarak halk bilimi disiplini kapsamında incelenmiştir. Rüyanın her toplum için farklı ya da benzer inanış ve uygulayışları beraberinde getirmesi, kavramı tartışmalı kılmaktadır. Zira rüya; dinî, mitik ve ritüelistik uygulamaları bünyesinde barındırmaktadır. Kutadgu Bilig’de rüya yorumlama düşüncesine odaklanıldığında, Türkiye’de biri ilahiyat diğeri eski Türk edebiyatı alanında olmak üzere iki çalışmanın yapıldığı görülmektedir. Her iki araştırmacı da Kutadgu Bilig’de Odgurmış’ın gördüğü rüyadaki bazı nesne ve eylemleri, İslamiyet öncesi ve sonrası inanışlar doğrultusunda çözümlemiştir. Bu çalışmadaki amaç ise, yazıldığı günden bugüne yaklaşık bin yıl geçen ve Türklerin ilk yazılı edebî eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’de rüya yorumlama düşüncesi etrafındaki inanış örüntülerine ait kültürel kodun, 21. asrın ilk çeyreğinde, günümüz kültürel hafızasında nerede durduğunu görmek ve mukayese etmektir. Kutadgu Bilig’de düş olarak ifade edilen kavramla ilgili Yusuf Has Hacib “Düşün kime yorumlatılması gerektiği, düşü yorumlayan kişide bulunması gereken özellikler, kötü düş görülünce ne yapılması gerektiği, düşte görülenin tersinin çıkıp çıkmayacağı, düşün kişiden kişiye yorumunun değişip değişmeyeceği, düşü yormaya başlamadan önce bir şey söylenip söylenilmediği, düşün yorumlanmasında zamanın önemli olup olmadığı ve son olarak düşte görülen bazı sembollerin nasıl çözümleneceğine” dair bilgi vermektedir. Bu sorular, sözlü kültür ortamında kaynak kişilere yöneltildiğinde ise eserin yazıldığı coğrafyanın farklı olmasına ve aradan bin yıl geçmesine karşın rüya yorumlama etrafındaki Türk inanış ve düşünce sisteminde bazı farklılıklar olmakla birlikte geleneğin büyük oranda korunduğu, “Türk-İslam” düşüncesinin rüya yorumlama düşüncesi etrafında senkretik doku oluşturduğu belirlenmiştir. İlaveten, Kutadgu Bilig’de “özlü söz” olarak geçen bazı mitik düşüncelerin günümüz belleğinde çeşitlenen ritüelistik inanış ve uygulamalarla karşımıza çıktığı tespit edilmiştir. Bu çalışmanın karşılaştırmalı halkbilim araştırmaları özelinde, gerek diğer Türk devletlerinde gerekse başka ülkelerde rüya yorumlamayla ilgili yapılacak çalışmalar açısından araştırmacılara katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Halkbilimi, Kutadgu Bilig, sözlü kültür, halk inanışları, rüya yorumlama.” = = = (*** ) = = =“
Tebliğ”in bu “
Öz/Özet”le başlayan ilk bölümünde; “
Agop/Ataç/Uydurukça”sı yanında bir de “
literatür” ve
“mitik” gibi yabancı dil kökenli kelimelere de yer verilldiği görülmekte, bunların da ötesinde “galat-ı meşhur” bir ifade olarak nitelense de “
İslâmiyet öncesi” ifadesi ile “
Âmentü İnanç Esasları”mızla bağdaşmayan bir anlatım cihetine sapıldığına, arkasından da “
Türk-İslâm düşüncesi” denilerek âdeta büyük çamların devrildiğine şâhit olunmaktadır. İşte birkaç örnek:
“…Peçevî İbrâhim Efendi (Paşa), dayısı Ferhâd Paşa’yı anlatırken akıncıların börklerinin üzerine ‘kurt başı’ koyduklarını yazar. Artık bu büsbütün Orta Asya’dan getirilmiş bir millî semboldür. Bu sembol İslâm öncesinden kalmış iki bin küsur yıllık geçmişe sahiptir.” (Yılmaz Öztuna-Târih ve Medeniyet Dergisi; S. 21, s. 16); “İslâmî Devir’de Türk oymaklarının kurdukları Gazneli…”, “İslâm Filozofu İmam Gazzali”, “İslâmiyet’ten önce Hunlar ve Göktürkler…” (Prof. Dr. Kemal Göde-Erciyes Dergisi; Aralık 2018, S. 492, s. 10, 11, 12);
“İslâmiyet öncesi Türkler Çin, Roma, Sasani (İran), Yüeçi ve barbar toplumlara karşı askeri, siyasi, ekonomik ve medeni alanlarda üstünlük sağlamıştır. İslâmiyet sonrası da aynı güç ve hâkimiyet devam etmiştir.”, “Yahudi ve Hıristiyan telologlar tarafından Türkler aleyhine İslâmiyet öncesi ve İslamiyet’ten sonra …” (Naci Yengin-Erciyes Dergisi; Ocak 2019, s. 24, 25);
“Ateşoğlu, Türk ırkına bağlı Türk büyüklerini zaman boyutunda İslamiyet’ten önceki ve sonraki dönem olmak üzere iki kısma ayırır.”, “Türk sanatı, düşüncesi, bilimi İslamiyet’ten önce var olduğu gibi, İslâmiyet’ten sonra da var olmuştur. Özellikle Türk Felsefesi, hem akılcı hem de tasavvufi çizgide var olmuştur. Akılcı çizginin temsilcileri arasında Farabî gibi, İbni Sina gibi isimler sayılabilir. (Çubukçu, 1986, VII)”; “
Türk tarihi bir bütündür. İslamlık öncesi ile İslamlık sonrası birbirinden ayrılamaz. Türk tarihini İslamiyet’in kabulü ile başlatarak, milleti Araplaştırmak tehlikelidir.” (Âlim Gerçel-Mehmet Bilgehan;
“İslâm öncesi Türk kültüründe…”-Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Yardımcı, Erciyes Dergisi-Şubat 2019, S. 494, s. 3, 10, 11, 24).“
Edebiyatçılar” ve “
Târihçiler” bunu böyle söylerken “
İlâhiyatçılar” nasıl ifâde ediyor? Diye merek edenler için de hemen bir örnek verelim: “
Delilleriyle Aile İlmihali-Yeni Şafak Gazetesi Yay. İst. Ağustos 2011, 640 sy.) Bunun 30-48’inci sayfalarında yer alan konunun başlığı da şu: “
İslâm’dan Önceki Semavi Dinlerde Kadının Yeri”Bu eseri yayına hazırlayan da “
Prof. Dr. Hamdi Döndüren-Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi”. Şimdi de buradan tekrar başa dönüyor ve
Kur’ân-ı Kerîm’in “
Nûh Tufanı” ile haber verdiği, “
Altı Parmak Peygamberler Târihi”nin şekillendirip dillendirdiği, bâzı araştırmacı ve yazarların özellikle vurguladığı gibi, “
Türk-İslâm Târihi”; “
Karahanlılar” dönemiyle değil, çok daha ötelerden, binlerce-onbinlerce yılın evvelinden, “
Nûh aleyhisselâm”ın oğlu “
Yâfes”ten olan torunu
“Türk”ten başlar (Fazla bilgi için bkz: “
Türkiye Gazetesi Yeni Rehber Ansiklopedisi, C. 19, s. 278-296” ve “
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; ‘Türk Kabileleri’ ile ‘Türklerin İslâmiyet’e Hizmeti’ ve ‘Oğuzhan –r. aleyh-‘ maddeleri) Mezopotamya, Anadolu’dan Altaylar’a-Urallar’a, oradan da tekrar aynı yerlere dönerek kök salar. Bunun detay bilgileri “
Truva”, “Doğu Roma/Bizans” târihi ile “
Cennetmekân Fâtih Sultan Mehmed Hân”ın ve
“Alpaslan Hân”ın hayât hikâyelerinde de vardır.Nasıl mı? Bu suâlin cevâbını birkaç ayrı kaynaktan verelim istiyoruz:1)- “
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necati Demir” bakınız neler diyorlar:
“M.Ö. 2500-2400 yıllarında Hazar Gölü çevresinde otururken batıya göçen ve Türkçe konuşan bir kavim olan ‘Kut Kavmi’nin, Türk kökenli olduğu, bunun ünlü Sümerolog Prof. Dr. Benna Landsberger tarafından 1937 yılında yapılan Tarih Kurultayı’nda, Atatürk’ün huzurunda bizzat söylendiği, pek çok bilim adamı tarafından da Kut Türklerinin kullandığı dilin Ural-Altay dilerinin bir parçası sayıldığı belirtilmekte” ve bu Türkler hakkında şu bilgiler verilmektedir:
“Karadeniz kıyı şehirlerinin kuruluşunun temeline inildiğinde, yörenin ‘doğal liman’ özelliği taşımasından kaynaklandığı, Kotyora (Kut Yöresi) adıyla Ordu ve Sinop, Samsun, Ünye, Bolaman, Giresun, Tirebolu ve Trabzon gibi şehirlerin yanında Mesudiye, Çaykara, Araklı, Yomra, Maçka ilçelerinde ve Gümüşhane, Erzurum, Kars, Tunceli, Ardahan, Tokat, Bayburt, Malatya, Kocaeli, Bolu, İznik ve Çorum’da bu Türklerden kalma pek çok yerleşim yerinin bulunduğu, ayrıca Kızılırmak ve Yeşilırmak deltaları arasında kalan sahil şeridine de “Türkistan asıllı Hattiler’e mensup Gaskalar/Kaşkalar iskânda bulunmuşlardır. Hacılar ilçesinde yapılan kazılarda ortaya çıkan eserler, bizim eserlerimizdir. Sümer, Babil, Asur, Akad, Etrüksk (Etrüskler yani Truvalılar), Mısır, Aztek, Maya, İnka, Eti (Hitit) biz Türklerin öbür adlarıdır.” (
Mustafa Bilge Işıktürk-Anayurt Gzt; 02.05.2005)2)- Bir başka kaynak yazıdan ise şunları okuyoruz:
“Tarihçi James Harper, Truvalı General Turkos’un ‘Türk’ kelimesi olduğunu söyler. İstanbul’un fethinden önce Kardinal İsodore, Vatikan’a yazdığı mektupta Fatih Sultan Mehmed Hân’dan ‘Truva Prensi’ diye bahseder. İstanbul fetih edildiğinde Fatih Sultan Mehmet Hân’ın ‘Truva’nın intikamını aldık’ sözü, Batılı tarihçilerin eserlerinde yer alır. Aynı şekilde 10 Eylül 1922’de İzmir’e giren Türk ordusunun komutanları da ‘Truva’nın intikamını şimdi aldık’ demiştir. Değerli bilim adamı Ord. Prof. Reha Oğuz Türkkan’a göre ‘Truvalılar Türk, hem de Öntürkler kavmindendir. M.Ö. 3200’de Mezopotamya’dan Çanakkale’ye göç ettiler. Bunlara Avrupalılar ‘Etrüsk’ dediler. (E) ekini eklediler. ‘Trürk’ ise ‘Türk’ demektir. Truva’nın işgali ile Orta Asya’ya göç ettiler. 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya gelen Türklere Bizanslılar, ‘Truvalılar intikam ve öç almak için geri geliyorlar’ dediler.” (M. Necati Özfatura-Türkiye Gzt; 05.06.2004, s. 16)3)-
“Şurası muhakkak ki, Türk Milleti İslâmiyet (Hz. Muhammed) öncesinde de büyük imparatorluklar kurmuştu. Oğuzlar, Hunlar, Göktürkler, Avarlar, Hazarlar, Kırgızlar, Türgişler, Karluklar bunlardandır. Bugün ilk büyük Türk devletinin Asya Hun Devleti olduğu kabul ediliyorsa da Türklerin bundan önce de büyük hâkimiyetlerinin olduğu reddedilemez bir gerçektir. Ancak burada konumuz Türk devletleri değil. Nedense İslâm (Hz. Muhammed) Öncesi Türk Devletleri denildiğinde gençlerimizin aklında derhal şaman inancı gibi İslâm dışı düşünceler belirmektedir. Son dönemlerde gençlerimiz arasında bu furyanın büyümekte olduğunu üzülerek müşahade etmekteyiz. Bu elbette uzunca bir süredir devam ettirilen bilinçli bir siyasetin ürünü idi. Hâlbuki gerçek, hiç de öyle sanıldığı gibi değildi. Türklerin ilk atalarının Nûh aleyhisselâmın evlâdı Yâfes’ten geldiğini bilmeyenimiz neredeyse yoktur. Yâfes isminin patah veya yafahtan geldiği sanılmaktadır. Patah yayılmak, Yafah ise güzel olmak anlamına gelmektedir. Nûh aleyhisselamın oğlu Yâfes için duâ ederken ‘Allah Yâfes’e genişlik versin, zürriyeti yeryüzüne yayılsın ve Sam’ın çadırlarında otursun’ diye dua ettiği rivayet edilmektedir. Nûh aleyhisselâmın bu duası, tam Türk soyunu bulacaktı. Çünkü târih, tefsîr ve kısâs-ı enbiyâ eserlerinde Yâfes’in, Türklerin atası olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Ebü’l-Gazi Bahadır Han Şecere-i Terakime’de Yâfes’in sekiz oğlu olduğunu belirterek ölmeden önce oğlu Türk’ü yerine oturttuğunu ve diğerlerine ‘Türk’ü kendinize padişah bilin, onun sözünden çıkmayın’ dediğini ifade eder.” (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil-Türkiye Gazetesi; 10.04.2020, s. 7)4)-
“Hz. Nûh alehisselâm, kavmi isyankâr olunca vukûbalan ‘Tufan’dan sonra gemisiyle Musul yakınlarında Cudî denilen dağa çıktı. Gemiden çıkan insanların (çoğu, hastalanıp) öldüler. Hazret-i Nûh, üç oğlu ve üç gelini iyileştiler. Nûh aleyhisselâm, üç oğlunu başka yerlere gönderdi. Hâm adlı oğlunu Hindistân’a, Sâm’ı Îrân’a, Yâfes’i de Kuzey Kutbu tarafına gönderdi. Yâfes’e bâzıları ‘Peygamberdi’ demişler, bâzıları buna katılmamışlardır. Sonra babasının emri ile Cûdi dağından İtil Yayık Suyu’nun yakasına geldi. Sekiz oğlu vardı. Çocukları daha da çoğaldı. Onların adları; Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimeri ve Târih’ti. Yâfes, ölümünden önce Türk’ü yerine oturtup çocuklarına dedi ki: ‘Türk’ü kendinize pâdişâh bilin ve onun sözünden çıkmayın!..’Türk, çok akıllı ve çok edebli idi. Çok yerler gezdikten sonra bir yeri beğenip orada durdu. Burası Isıg Köl’dü. İlk çadırı (otağ) O kurdu. Türk, ölümünden evvel dört oğlundan ‘Tütek’i yerine vekil bıraktı. Yemeğe tuz koymak, ondan kaldı. Alınca Han’ın büyük oğlu Kara Han’ın büyük hatunundan bir oğlu oldu. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının rüyâsına girip; ‘Ey ana, Müslümân ol! Eğer Müslümân olmazsan ölürsen ölürüm, senin memeni emmem!’ demişti. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine îman etti. Sonra oğlu memesini emdi. Anası bu hâdiseyi sakladı. Dolayısıyla Türk halkı Yâfes’ten Alınca Hân zamanına kadar Müslümân idi. Alınca Hân zamanında zenginleşen halk, Yaratıcıyı unuttu ve kâfir oldu. Kara Hân zamanında kâfirler öyle azgınlaştılar ki babasının Müslüman olduğunu öğrense oğlu babasını; babası oğlunun Müslüman olduğunu öğrense (baba) oğlunu öldürürdü.Kara Hân, oğlu bir yaşına gelince ona ‘ad vermek’ için meclis topladı; fakat oğlan bir yaşında, ‘Benim adım Oğuz’dur’ dedi. Toydakilerin hepsi şaşırdılar. ‘Bu çocuk, bu yaşta konuştuğuna göre bu ulu devletli ve uzun ömürlü olacaktır’ dediler.Oğuz’un dili açılıp konuştuğunda; ‘Allah!.. Allah!..’ der gezinirdi. O’nu işitenler dediler ki; ‘Çocuktur, dili dönmediğinden ne dediğini bilmiyor.’ ‘Allah’ kelimesi Arapça olup Moğol’un hiçbir atası Arap dilini işitmiş değildi. Oğuz’u ‘Tanrı Teâlâ’ anadan doğma ‘velî’ yaratmıştı; onun için gönlüne ve diline kendisinin adını getiriyordu.” (
Ebü’l-gâzî Bahâdır Hân-Şecere-i Terâkime “Türklerin Soy Kütüğü”; Hazr.:
Muharrem Ergin-Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser)5)-
* “Yüce Allah buyurdu ki:
‘Benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları Doğuda yerleştirdim. Bir millete kızarsam Türkleri o millet üzerine musallat kılarım!’ (Hadîs-i Kutsî-İbn Ebiddünyâ/Ebû Bekr Abdullah bin Muhammed” (H-208-281/M. 803-894)* “Türk adını onlara aziz olan Hakk teâlâ vermiştir.” (
Kaşgârlı Mahmud “r. aleyh”-Divan-ü Lügat-it-Türk))* “
Dinde, din âlimlerinin sözleri mûteberdir. Târihçilerin sözü sened olmaz.” (S. Abdülhakîm Arvâsî
“r. aleyh”)* “Şanlı Peygamberimiz’in tebliğleri ile şereflenmeden önce, bütün Türkler, kâfir değildi. Kimi Musevî, kimi İsevî, kimi de ‘muvahhid’ idi.”
(S. Ahmet Arvasî “r. aleyh”-
Size Sesleniyorum) (Devam Edecek)